Sinematopya Tüm Zamanların En İyi 18 Felsefi Filmini Derledi.
Film yapımının bir sanat türü olup olmamasına dair tartışmalar bir yana, yönetmenler ve senaristler filmleri hikâyelerini anlattıkları görsel bir araç olarak görürler. İdeolojiler, teoriler seyircinin mesajı almaları umuduyla bu görsellerle şifrelenirler. Hikâyesi olan güzel bir filmin sırrı ise vaaz vermekten kaçınmasından geçiyor.
Mel Gibson’dan Federico Fellini’ye, Ridley Scott’tan tabi ki Alfred Hitchcock’a mesaj kaygısı taşıyan yönetmenler sembolik anlatımlardan, zekice hazırlanmış alt metinli diyaloglara kadar birçok yönteme başvuruyorlar. Bu liste işte o filmlerden bazılarını size sunuyor. Aklınızda bulunsun, filmler kronolojik sıraya göre listelenmiştir. Karşınızda tüm zamanların en iyi 18 felsefi filmi:
1. Rope (1948, Alfred Hitchcock)
Ürpertinin ustası Hitchcock, seyircisini şoklardan şoklara sevk ederek onlarla oynamayı çok seviyor. Yaptığı en pervasız filmlerden biri olan Rope ise tek seferde çekilmiş, gerçek zamanlı bir deney.
Hakkı yenmiş bu klasiğin oyuncuları James Stewart, Farley Granger ve John Dall. Zamanının en farklı film yapımı tekniklerini barındıran film, insanlığın erdemlerini ve adiliklerini inceliyor: Şikago’da iki eşcinsel hukuk öğrencisinin, zeki olduklarını kanıtlamak için 14 yaşındaki bir çocuğu öldürmeleri ve bundan hiç yara almadan kurtulmaları.
Bu varoluşçuluk karşıtı bir film; James Stewart iki öğrencinin sınıf arkadaşlarını öldürmelerine dair varoluşçuluk ilkelerinin dehşetini anlar ve en son da bu felsefenin takipçilerine ve onların çevresindekilere sadece acı ürettiğini fark eder. Freudian imalarda barındıran film, Nietche’nin üstinsan kavramına da atıfta bulunuyor.
2. The Fountainhead (1949, King Vidor)
Ayn Rand’ın romanında adapte edilen film bireyselciliği konu alan alman ekspresyonizm büyüleyiciliği ile çekilmiş bir melodram. Gray Cooper onurunu korumakda zorluk çeken bağımsız bir mimardır. Film metafiziksel bir beyan, estetik bir manifesto çizerken, Amerikan mimarisine, etiğine ve politik ilkelerine yorum yapmaktan kendini alamıyor.
Yetenekli karakterlerin, basit yazılmış diyaloglarda ellerinden geleni yapmalarının yanında filmde genel olarak iyi performans sergilemeleri filme çok şey katıyor. Gail Wynard, Raymond Massey tarafından canlandırılıyor; film boyunca geçirdiği değişimlerden dolayı hikâyedeki zorlayıcı karakterlerden biri kendisi. Bu arada Gary Cooper’ın, Roard olarak, popüler standartları yerine getirmekte zorlanan ego dolu bir adam olduğunu da belirtelim.
3. The Seventh Seal (1957, Ingmar Bergman)
Persona, Wild Strawberries ve Fanny Alexander ile bilinen yönetmen Ingmar Bergman’ın bu filmi, bir adamın hayatın anlamı ile ilgili vahiysel aramalarını konu alan varoluşçu bir sinematik model. Bu sıra dışı hikâye Azrail’i, sonu kadere bağlı bir satranç oyununa davet eden bir şövalyeyi anlatıyor.
Film insanoğlunun kendisini metafiziksel ve felsefi sorularla anlaması hakkında olsa da İsveçli yönetmen, aynı zamanda, seyircisinden bu filmi, kötülük-iyilik, din felsefesi ve varoluşçuluk gibi çerçevelerde deneyimlemesini istiyor. Bergman, Bloch’un inançlarıyla ilgili sorunlarını çok güzel resmederken, her şeye gücü yeten tanrının varlığı ve dünyadaki şeytan kavramları ile seyircinin kendilerine dönmelerini sağlıyor.
Birçok soruyla boğuşan film, herhangi bir topluma yönelik aşağılama veya vaaz barındırmıyor. Onun yerine değişken fikirleri sunarak seyircinin tartışmasına izin veriyor.
4. La Dolce Vita (1960, Federico Fellini)
8 ½, Amarcord, Roma ve Satyricon gibi filmlerle bilinen Federico Fellini, La Dolce Vita’da Roma’nın müsrif insanlarını anlatırken, karanlık ve mizahi yanını ortaya çıkarıyor.
Marcello Mastroinanni dedikoducu, bir sonraki adımını planlayamayan, bir kutunun içinde sıkışmış kalmış hisseden bir gazeteci rolünde. Filmde, Fellini, seyircisiyle yedi kaçık gece ve yedi şafakta meydana gelen yedi ölümcül günahla iletişime geçiyor.
Bütün film Roma’nın yedi tepesi, bar sokakları ve kafe kaldırımlarında geçiyor. Eğer resmedemiyorsanız gözlerinizi kapayın ve sadece Van Gogh’un Café Terrace at Night’ını düşünün. Felsefeyi kavrayan, hayatı ve ölümü farkı zaman çizelgelerinde farklı anlarda idrak ettiren az sayıda film var ve bu film onlardan biri. İyi hayat diye bir şey var mıdır yok mudur sorusuna gelince, işte onu hayatınızdaki tercihler belirliyor.
5. My Night at Maud’s (1969, Eric Rohmer)
Çekici sarışın bir kadına vurulmuş, Katolikliği hayatında önemli bir rol oynayan genç bir mühendisin hikâyesi olan bu film, Eric Rohmer tarafından yönetiliyor. Bu Katoliklik görevi tüm akşamını din ve felsefe tartışarak geçirdiği arkadaşı Pascal ile karşılaşınca bir kenara bırakılıyor.
İkili diğer gün Maud’un evinde tartışmalarına devam etmek için tekrar buluşurlar, tartışma sırasında Pascal bir bahse girer. Tanrının varlığına dair olan bu iddiada oranını 100’e 1 verir. Eğer tanrı yoksa iddiayı kaybedeceklerdir; tabii bu kayıp pek de önemli bir kayıt değil. Ama tanrı varsa hayatları anlamlanacak ve sonsuz yaşamla ödüllendirileceklerdir.
Filmdeki karakterler ise zeki, kendi güveni olan, iletişime açık ve aldatmacanın ustaları. En önemlisi ise kendilerini aldatmaya da uygun olmaları.
6. Love and Death (1975, Woody Allen)
Dostoyevsky’den Einsenstein filmlerine, Rus olan her şeyi taşlayan Woody Allen, Kafkavari endişe ve Kierkegaard’ın korkularını, savaş ve barış, suç ve ceza, babalar ve oğulları anlattığı bu durdurulamaz komedide birleştirmeyi başarıyor.
Allen 30 yaşına kadar karanlıkta uyuyamayan Boris rolünde. Boris işlemediği bir suçtan idam edilmek üzere olan bir adam. Film boyunca Allen çeşitli görsel araçlardan ve kinayelerden yararlanarak komiklik saçmayı unutmuyor.
Sonlara doğru ise aşk ve ölümü, hayattan insan olarak ne öğrendiğini; aklımızın müthiş ama vücudumuzun zevk peşinde oluşunu; Tanrının başarısız, ölümün ise bir tür yatıştırıcı olduğunu bize sunuyor.
7. Being There (1979, Hal Ashby)
Being There, 1970 basımı Jerzy Kosinski romanından uyarlama bir film. Peter Sellers, işçisi Ben ölene kadar yaşadığı yerden hiç çıkmamış basit bir bahçıvanı rolünde. Ben’in cenazesinde işler ilginç bir hal alıyor; başkan ve diğer politikacılar başkanlık için gelecek adayı tartışıyor ve Chauncey (Peter Sellers) favoriler arasında.
Film televizyon budalalığının ahlaki ve entelektüel sonuçlarını ele alırken televizyon izleyicilerini rencide etmiyor. Eğlenceli bir şeyler gösterirken filmin ciddiyetinden bir şey kaybetmemek ve karakterlerin insanı yönlerini korumak yönetmenin başarılı noktalarından biri. Harold & Maude ve The Last gibi muhteşem filmlere imza atan yönetmen, bu eleştirel filmle size Heidegger felsefesinden ilhamlar ve düşüncelerle baş başa bırakıyor.
8. My Dinner with Andre (1981, Louis Malle)
Pahalı bir restoranda yemek yerken hayatın anlamını tartışan iki adamı anlatan film, aynı zamanda oyuncular olan Andre Gregory ve Wallace Shawn tarafından kaleme alınmış ve evet, tüm hikâye böyle özetlenebilir. Bu minimalist konuya rağmen sohbetlerinin yüksek derece düşünme gerektiren konulardan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Tartışma Andre’nin ruhsalcı ve idealist yaşam görüşü ile Wallace’ın yararcı hümanist ve gerçekçi yaşam görüşü arasından yükseliyor. Bu ikiliden biri garip bir adamken diğeri ise olağanca durgun.
Film bağımsız yapımcı ve eleştirmenler tarafından kült klasikler arasında gösteriliyor. Bunda yaşam, insan şartları, din ve iletişim gibi konulara eğilen felsefi minimalist tarzının büyük bir önemi var. İki görüşün de aynı anda hem yanlış hem doğru olması, filmi güzel yapan bir diğer unsur. Sohbet koyulaştıkça ikili sosyalleşmenin ötesinde kişisel/duygusal bir iletişime giriyorlar. Bu eser insan iletişiminin en doğru şekilde yansıtıldığı görsel araçlardan biri.
9. Blade Runner (1982, Ridley Scott)
Blade Runner gelecek zamanı ele alan Philip Dick’in kitabından uyarlanmış bir bilim-kurgu filmi. Blade Runner’lardan biri olan Harrison Ford, köleleştirilmiş insan yapımı bir robot olarak kiralanır. Bu robotlar diğer gezegenleri keşfetmek ve kolonileştirmek için köle iş gücü olarak dizayn edilmiş robotlardır.
Film sibernetik dönemde insan olmanın anlamını sorgularken, eğer yapay zekalar insan gibi görünen vücutlara konulup onlar gibi hareket ederlerse insan sayılır mı gibi sorular soruyor. Androidler onları yaratan insanlardan önemli derecede farklılık gösterebilirler mi? Cevaplar için sizi varoluşçuluğun derin deryaların alalım.
10. Barton Fink (1991, Coen Biraderler)
Hayatını sanatına adayan ve Hollywood’a girer girmez her şeyi elinden alınan Barton Fink’in anlatıldığı bu görsel şölen Fargo, The Big Lebowski, No Country for Old Men ve Blood Simple gibi filmlerin altına imzasını atan Joel ve Ethan Coen kardeşler tarafından yazılıp yönetiliyor.
Fink’i kendini satan ama bunu yaparken kendini doğru şeyi yaptığına ikna etmeye çalışan başarısız bir entelektüel adam olarak görüyoruz. Bazen günlük hayatın cazibeli faşizmi içinde kaybolduğumuzun farkına varmayız. Son olarak film kendini cennet ve cehennem mecazı olarak sunuyor diyebiliriz.
11. The Addiction (1995, Abel Ferrara)
Felsefe bölümünden mezun olmuş Kathleen, New York çevresinde başıboş dolaşan genç bir kadındır. Bir gece kadın bir vampirle karşılaşır. Vampir, genç kadına hayatı için bir teklifte bulunur; “sadece gitmemi iste, benle mücadele etme sadece git de, ama inanarak!”
Ama Kathleen ısırılmak istemektedir. Vampir olmayı gözüne koymuştur. Hem hasta hem travmada, hem de insan kanına susamıştır, hala şehrin etrafında dolaşır. İnsanlığın önemi hakkında bilinçli sorular sormaya başlar.
Felsefenin bir amacı olmadığı, insanlık tarihinin insanın zayıflığını ve kargaşasını saklamaktan başka bir işe yaramadığını düşünür. Medeniyet dediğimiz şey tek dişi kalmış bir canavardır. Abel Ferrara en eğlenceli ve ilginç etik filmlerinden birini yapmakla kalmıyor, aynı kalitede bir vampir filmi sunuyor bize.
12. The Truman Show (1998, Peter Weir)
Jim Carrey, Truman Şov ’un ana karakteri. Truman hakkındaki her şey yalandır. İlişkileri, işi hayatı TV’de yayınlanan bir şovdan başka bir şey değildir. Peki, gerçek nedir ki? Bu soru için film Descartes’dan Sartre’a Schopenhaur’ dan Plato’ ya kadar önemli filozoflara başvuruyor yönetmen.
Truman Şov, 5000 kameranın izlediği, direk seyirciye ulaşan 7/24 yayında olmasıyla büyük derecede rahatsız edici bir film. Sanki Bay Truman’ı yaratan, onu izleyen takip eden tanrılarız ve onun ne iş döndüğünden hiç haberi yok. Bu bizi asıl konuya getiriyor; tanrı ahlaksız olmaya izinli mi yoksa o da ahlak ve etiğe bağlı mı kalmalı?
Bu seyirci için tartışıp karar vermesi gereken psikolojik bir deney. Film seyirciye soru sorma kabiliyetleri olduğunu da hatırlatıyor; baştakilerin emirlerine uymalı mıyız yoksa görmezden gelip kendi yargılarımızla mı hareket etmeliyiz? Eğer kendi kararlarımızla hareket edersek yanlış mı yapmış oluruz? Bu hareketlerin sonuçları ne olur? Bu özenle işlenmiş film seyirciye bu maceranın sosyal deneyleri için yargıç olma hakkı veriyor.
13. The Matrix (1999, Wachowski Kardeşler)
Keanu Reeves bu filmdeki Neo rolüyle hayatımızın bir parçası oldu. Gündüzleri bilgisayar programcısı geceleri hacker olan Neo’nun hayatı Morpheus adında bir adamı aramaya başladıktan sonar bilgisayarına gelen karışık bir mesajla değişir. Neo bu kuşkulu adamla tanıştıktan sonar anlar ki aslında gerçeklik onun ve birçoklarının bildiğinden biraz farklıdır.
Film, filozoflar tarafından geliştirilen ve bugün hala akademilerde tartışılan dini ve felsefi teorilere dokunuyor. Platon’un bu dünyada gördüğümüz aslında gerçeğin sadece gölgeleridir ve gerçeği gözlerimizle asla göremeyiz çıkarımı, çift bilinç kavramı ve Descartes’ın kendi için düşünmek yeteneğine değin birçok konu tartışılıyor film boyunca.
Yani, gerçeklik nedir? Aklımızda bulunduralım, bizi gerçekliğin doğasını anlamaktan alı koyan kötücül bir güç yok. Bizim duyularımız ve duygularımız bizi kandıran. Sahip olduğumuz sınırlı mesajlar gerçeklik ile algımızı değiştiren. Bu bilgiden yola çıkarak büyük ihtimalle yenidünya modelleri üreteceğiz. Beynimiz birazcık ürkütücü çalışıyor, öyle değil mi?
14. Memento (2000, Christopher Nolan)
Jonathan Nolan’ın Memento Mori adlı kısa hikayesinden uyarlanan film gelecek temasını işliyor. Memento doğrusal olmayan, geriye doğru anlatımı nedeniyle izlemesi zor, düşündürücü, neo-noir akımından psikolojik bir korku filmi.
Nolan seyircisinden Leonard’ın hayatının bir parçası olmalarını istiyor. Bu yüzden karısının vahşi ve kan donduran tecavüz ve cinayetini araştıran amnezi hastası eski bir sigorta müfettişinin hayatının her anına tanık oluyoruz.
Film, hafıza, algı, acı, kendini aldatma, intikam gibi konularla ilgilenirken vücudun önemi, öz benlik, zamanın pratik algısından da bahsediyor. Filozof Lugwig Wittgenstein’ın sorusunu akla getiriyor; “bir köpek sahibinin kapıda olduğunu bilir ama sahibinin yarından sonra da orda olacağına inanır mı?” “Bu Leonard’ın sonu mu yoksa başka bir memento olacak mı?” diyerek bitmesinden de anlaşılacağı üzere film kesinlikle kuşkulu ve rahatsız edici.
15. Waking Life (2001, Richard Linklater)
2006 yapımı A Scanner Darkly’i hatırlıyorsanız eğer bu da onun gibi bir başka acayip rotoskop animasyon tekniğinin kullanıldığı bir film. Richard Linklater bizi isimsiz, devamlı rüyalarda sıkışmış bir adam hakkında gezintiye çıkarıyor. Linklater aynı zamanda seyircisinden mantıksal yetenekleri ve sonsuz rüya imkânlarını birleştirmeleri gereken bir meydan okuma sunuyor.
Ama film, yönetmenin kişisel felsefesinin yansıtılmasıyla alakalı. Genel olarak Linkater’ın arkadaşlarından ve düşüncelerden etkilenmesi ile ilgili; yani kaptanının o olduğu gemide onun algı dünyasına doğru yol alıyoruz.
Yüksek yoğunluğu ve rüya sahnelerindeki detayları yüzünden birkaç kere izlemek isteyeceğiniz bir film Waking Life. Her defasında da yeni kavram ve fikirleri önünüze serecektir. Budizm’den varoluşçuluğa ve daha fazlasına; birçok felsefeye konuyor. Unutmayalım ki her sahne kendi mesajını taşıyor ve her izlediğinizde yeni bir bakış açısı kazanıyorsunuz.
16. I Heart Huckabees (2004, David O’Russell)
Jason Schwartzman, Dustin Hoffman, Jude Law ve Lily Tomlin’in oynadığı bu film varoluşçuluk ve hayatın anlamı hakkında. Film, bireyselcilik ve bireyin çevresine, idealizme ve başarıya olan bağlarını tartışan felsefeleri inceliyor. Ama sıkı durun; çünkü daha yeni başlıyoruz.
I Heart Huckabees, felsefi ve sanatsal düşünceleri sıralarken Sartre’dan Freud’a, ordan da Sürrelizm’e gidiyor. Yönetmene göre film genel olarak Zen Budizmi’nden etkilenmiş. Yani şimdi nerdeyiz? Film hangi felsefeden besleniyor?
Albert sonunda fark ediyor ki bir kişiye acı çeken biri olarak bakınca, baş düşmanı bile olsa onun hakkındaki düşüncüler değişebiliyor. Bu da merhametle ilgili noktaya yani Zen Budizm’ine getiriyor bizi.
17. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004, Michel Gondry)
Jim Carrey ve Kate Winslet’in başrollerini paylaştığı film Michel Gondry tarafından yönetilen romantik komedi tadında bir dram. Bu çift bir kavgadan sonra birbirlerini hafızalarından silmek için acayip işlemlerden geçerler ve fark ederler ki hayatlarının bu noktasında daha önce de bulunmuşlardır.
Derin, kişisel, zengin ve işler kötüye gittiğinde kırılgan bir film Eternal Sunshine of the Spotless Mind. Yönetmen akıllıca hafıza, ilişkiler, kayıplar ve bu iki ruh arasındaki bağlantıları keşfediyor. Romantik orijinallik ve sürrealizmin doğru karışımını bulabileceğimiz en iyi filmlerden biri.
18. The Fountain (2006, Darren Aronofsky)
The Fountain, ölümsüzlük ve ruhanilik, yaşam ve ölüm, sonsuz aşk, hayat ağacı ve gençlik nehri konularını işliyor. Karışık ve zamanla yolunu bulan bir hikâye anlatımı var.
Tommy rolündeki Hugh Jackman, maymunlar üzerinde deneysel bir ameliyat gerçekleştirmekte ve karısı için bir şifa bulmayı unmaktadır. Bu hikayenin arasında, Hugh’nun Rachel tarafından İncil’deki ölümsüzlük getiren hayat ağacını bulmak için gönderilmiş İspanyol bir işgalci olduğu başka bir hikaye daha çıkıyor. Sonra başka bir hikayede Hugh uzayda bu ağaçla süzülen bir astronot oluyor. Karısının bu ağacın bir parçası olduğuna inanıyor ve Xibalba Nebula’ya (Maya kültüründe yer altında bir dünya) ulaştığında onunla tekrar bir geleceği olacağından emin.
Her hikâyede önüne konulan aşkı özlüyor ama onu itip mucizeleri gerçekleştirmeye de çalışıyor. Bilim adamı savaşçı ve kâşif; bu üç hikaye ölümün yenmesi gereken bir düşman olarak Hugh Jackman’ın karakterini oluşturuyor.
Kaynak: sinematopya